İrşâdına mazhar olduğum bir ârife, “’İslâm’ın şartı beş, imânın şartı altı’ diye söylenmiştir; ama aynı zamanda ‘Hüvel evvelü, vel ahirü, vezzâhirü vel bâtın’ [1] da denmiştir. İçte olan dışta da varsa, ikisi de “altı” olması gerekmez mi?” diye sormuştum. Ârifin yüzünde beliren gülümsemeyle birlikte söylediği söz beni önce utandırdı (hicab duydum), sonra da uyandırdı: “Evet, imânın şartı altı, İslâm’ın şartı beş, ama altıncısı haddini bilmektir.” Bu söz beni utandırdı; mahcub oldum. Bunu gören ârif, “Yok yok! Muradımız sana haddini bildirmek değildir; ancak haddimizi bilmenin bilincimiz için tek hakikat olduğunu söylemektir; çünkü insanın irâde ve ihtiyarına düşen ancak budur,” demişti.
Bir kavram olarak İslâm, ‘barış’ anlamına gelir ve irâdî-akla ait bir hususiyettir. İmân ise, kalbe aittir ve ‘öz-güven’in içsel duyumsanmasından ibarettir. Birincisinde uzlaşma ikincisinde ise benimseme vardır. Bu nedenledir ki, “İnnemel mû’minûne ihve” denmiştir.[2]
İslâm, akl-ı sâlim (güvenli), kalb-i selim (duru) ve zevk-i selim olmaktır ki ilk barış akılla kalp arasında gerçekleşir. Aklı sâlim eden, ancak onun kendini ‘hak’ ile sınırlamasıdır. İşte buna ‘haddini bilmek’ denmiştir. Kendine bir sınır koymak yani hududunu çizmektir. Aslında hakkını bilen haddini bilir.
İnsan, hakkı, hak ettiği ile bilir ki bu da bir Ben ve Sen’i gerektirir. Akıl sınırlı olduğu için, kendi sınırı onun varlığıdır da.
İnsan kendisini hak ile sınırladıkça özgür ve sorumludur, yoksa keyfiliğin batağına sürüklenir. Kısaca özgürlük hak ile sınırlanır.
“Kendini bil” deyimi, “Kendimi ne olarak ve kim olarak bileyim?” sorusunu doğurur. İşte bunun yanıtı, “Kendini hak ve sorumlu olarak bil”dir.
Hakkın bilinmesi ise “adalet” ile mümkündür. Adalet, hakkı bildiren sınır olarak yasayı buyurur. Bu da hak edişlerin hak edenlere tesliminin güvencesi demektir. Toplum barışı (din-i İslâm), ancak adalet temeli üzerine mümkündür.
Bilincin oluşmasının koşulu akıl ve dildir. Akıl bir cevher olarak doğuştan var olsa da dil ile kendisini açığa vurur. Dil bilincin ortamı, iletişim ve bildirişim aracı olarak tarihsel ve toplumsaldır. Etkin olarak dil, dia-logos yani bilinç-bilinç ilişkisini asgarî olarak gerektirir ki bu da bir ben-sen ilişkisidir ve bilinç bu ortaklaşalığın sonucudur. Akıl, sadece insanın insanla konuştuğu yerde oluşur. Tek tek kişilerin bilgisi ve yetenekleri sınırlıdır, ancak insanlığın bir bütün olarak, bilgi ve yetileri sınırsızdır. İnsan varlığını Tanrıya, varoluşunu doğaya ve tarihe, insan oluşunu ise ancak insana borçludur. Bu nedenle de dil, insanlararası iletişim ve bildirişimin sınırında durur; dil sınırdır.
Gönlün oluşması da bilinç gibi bir ‘ben-sen’i gerekli kılar. Aklın zorunlu aracı nasıl ki dil ise, gönlün de biricik vasıtası ‘sevgi-merhamet’tir. Akıl bir başka akıl aynasında kendini sınırlayıp kendine dönerek (refleksiyon) kendini bilirken, gönül bir başka benin gönlünde kendisini yitirir ve ancak onun ateşine yanarak yanmayı bilir; bu da ‘aşk’ diye nam salmıştır. Sevgililer birbirinin güneşinde ısınırlar, âşıklar ise yanarlar.
Parçalayarak bilen (fark) zihindir, parçaları bir gaye uğruna bütünleyen (tevhid) ise akıldır. Zihin duyulara bağlı olarak dış dünyaya ve onun çeşitliliğine açılır, akıl ise küllîlere yönelerek tevhidi (birliği) sağlar. Bu nedenle, insanın diğer varlıklardan farklı olarak bir iç bir de dış varlığı vardır. İlk sınır iç ve dış olarak insanın kendisini bölmesidir ki kendisini kendisinin mülkü edinebilir ve başka şeyleri bildiği gibi kendisini de bilebilir; haddini bilmek kendisini bilmektir.
Hudud, yani sınır, ayrımdır; bir şeyi başka her şeyden ayıran onun sınırıdır. Sınır, sınırladığı şeyin öz niteliklerini göstermesi bakımından aslında dairenin çevresi kadar merkezidir de. Çember ayrımdır; ancak, merkezi gösterir; buna ‘zat sınırdır’ denir.
Sınır bilinci sınırladığı için de kavramdır; bu nedenle sınır ölçüdür. Ölçü, hem nesnelere sınır koymaktır hem de bilince. Ölçü nesnelerdeki akıl yüklemidir. Yani ölçü bilimin dili olarak geometriktir ve aklın gözüdür. Aklın en büyük filozofu Immanuel Kant, nomenon ile fenomenon arasındaki sınırın aşılamayacağını söylemiştir[3]. L. Wittgenstein da “Söylenebilir olan ne varsa açıkça söylenebilir; üzerinde konuşulamayan konusunda susmalı,” diyerek[4] konuşma ile susmanın sınırına dikkat çekmiştir.
Bu sınır Kant’ta aklın sınırı iken, Wittgenstein’da dilin sınırıdır: “Dilin sınırı, düşüncelerin dile getirilişinin, ifade edilişin sınırı olarak konmuştur. Düşüncelerin dile getirilişine, dil yoluyla dışa vuruluşuna sınır çizmek demek, dilin yapısını, mantığı, dilin dünya ile ilişkisi çerçevesinde ortaya koymak
demektir. Öyleyse ‘sınır’ yalnız dilin içinde çizilebilir ve dilin ötesinde kalan da düpedüz saçmadır. Dilimin sınırları, dünyamın da sınırlarıdır.” Bu durumda özne sınırdadır, dünyanın içinde değildir, çünkü dünya ‘benim dünyam’dır. Ben dünyanın sınırıyım. Dünyanın olanak olarak koşulu bu aşkınsal bendir. Kant’ın transandantal öznesi gibi. Schopenhauer da “Dünya benim tasarımımdır,” demişti[5]. Bu durumda o, öznenin uzay-zaman içinde olamayacağını söylemiş oluyor. Wittgenstein’a göre, “Dile getirilemeyen karşısında susmalıdır; o gizemli olandır ve kendisini gösterir.” Burada sınır sessizliğin (mystic) sınırıdır.[6]
Tüm nesneler ve olgular, belli niceliklere karşılık olan belli nitelikler taşırlar. Tanımlamak, belirlemek sınır koymaktır.
İrâde olarak siyasi yetkenin egemenlik alanı onun siyasi sınırını belirler. Coğrafî olarak doğal sınırlar olduğu gibi, kültürel sınırlar da vardır. Ancak, asıl olan düşünce, temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılması sorunudur.
Toplayıcılık ve avcılık dönemini sona erdiren tarım devrimidir. Gezgin ve göçebe insanlar tarımla evcilleşmiş, toprağı işlediği yer onun evi olmuştur. Emeğiyle işlediği toprağının etrafını bir çitle çevirmiş ve ilk özel mülkiyet ve özel yaşam hakkı doğmuştur. Önce insan, kendini tarım yapan emeği ile evcilleştirmiş, ondan sonra da hayvanları evcilleştirmeye başlamıştır.
İlk mülkiyet, sınırı, ilk hak ve ilk yasayı gerekli kılmıştır. Artık sınır yasadır. İnsan, oluşturduğu yasayla hem kendisini hem de hemcinslerini sınırlar.
İnsan bireyi kendisini, diğerlerine genelde topluma karşı korumak için yasaya sığınır. Ancak sınırlı varlığının doğa karşısındaki güçsüzlüğüne karşın, sığınacak bir Tanrı inancını koyar. O Tanrı ki, sınırsız, sonsuz irâde ve kudretle donanmıştır. Böylece insan, Tanrı ve Evren arasında sınırda bir varlık olarak durur. Zaten belirli varlık sonlu ve sınırlıdır. Sınırı kendi içinde sınırlanmış olarak kapsamak da vicdanı oluşturur.
O halde, insan hem doğayla hem de toplumla uzlaşma aramak zorundadır. Başlangıçta doğanın büyülü güçlerinden yardım dilenirken daha sonra bilimsel bilgi ve teknolojiyle doğayı dizginlemeyi ve emrine koşmayı başarmıştır. Toplum içindeki varlığını koruma ve sürdürmeye gelince, önce kan bağı olan aile, akraba ve soydaşlara dayanmak zorunda kalmış, daha sonra ise örgütlü toplum içinde güvence aramıştır.
Ancak, birçok sorunu gidermesine karşın insan, ölüm karşısında güçsüzdür ve ona boyun eğdirilmiş olarak kalır. Ölüm yaşamı sınırlayan sınır olarak bilinen ile bilinmeyenin sınırını da oluşturur.
Ölüm yaşamı sınırlayan ve belirleyen tek efendidir. İnsandan başka hiçbir varlık öleceğini bilmez ve dolayısıyla da ölüm onlara dışsaldır. İnsan ölüm korkusunu içinde taşıdığı için, onu yine içinde yenebilecektir. Ölüm tümel irâdenin insana koyduğu sınırdır ve insanı ikiye böler.
Tüm kılık değiştirmelerine karşın din, ölüm var olduğu sürece var olacaktır.
İslâm dinine göre, her insan bir dini seçme özgürlüğüne sahiptir. “Dinde zorlama yoktur”[7], “Sizin dininiz size, benim dinim bana…”[8] meâlindeki âyetlerde bu özgürlüğün altı çizilmiştir.
Dinin nihayeti ancak ölümü yenmekle mümkündür ve ancak ölüp dirilenler bunu bilebilir. Bu sonlu-sonsuz karşıtlığı, insanın kendi koyduğu bir karşıtlık olarak ben içinde imânla erir ve ortadan kalkar.
Dipnotlar:
[1] Kur’an-ı Kerîm, Hadid Sûresi 57/3
[2] Kur’an-ı Kerîm, Hucurât Sûresi 49/10
[3] Immanuel Kant, Saf Aklın Eleştirisi. A256/B312
[4] Ludwig Wittgenstein, Tractatus Logico Philosophicus. Böl. 7
[5] Arthur Schopenhauer, Schopenhauer 1998:5, 45
[6] Ludwig Wittgenstein, Tractatus Logico Philosophicus. 6/522
[7] Kur’an-ı Kerîm, Bakara Sûresi 2/256
[8] Kur’an-ı Kerîm, Kâfirûn Sûresi 109/6